2018’de Ironman Frankfurt’u 13:01:00 derecesiyle bitirdikten sonra yarışma motivasyonum açıkçası biraz düşmüştü. Her ne kadar antremanları tamamen bırakıp tam yatışa geçmesem de yorgunken veya vakit dar olduğunda “Hadi bu gün de eksik kalıversin” dediğim açıkçası oluyordu ki, bu benim için pek alışıldık bir durum değildi.
2018 Kasım’da koştuğum Ironman Antalya 70.3 yüzme ve bisiklet olarak fena geçmemiş ancak koşuda istifra etmekten gerçek potansiyelime ulaşamadan 5:41:26 ile ilk defa 6 saat altı bir 70.3 koşmuştum. 2019 yılına biraz hedefsiz girdim. Aklımda kesinlikle yeni bir 140.6’ya kaydolmak yoktu. Bu arada aşilimdeki sakatlık beni rahatsız etmeye devam ediyordu ve doğru düzgün koşu antremanı yapamıyordum. Koçum Özgür ile oturup konuştuk ve bir müddet koşu antremanlarını tamamen rafa kaldırıp ayağa iyileşmek için zaman vermeye karar verdik. Bu süreçte bisiklet antremanlarına ağırlık verip yüzmede de mevcut kondisyonu korumaya yönelik antremanlar yapmaya başladık. Hem trainerda hem de yolda son derece zorlayıcı bisiklet antremanları yaptık. Güzel tırmanışlı parkurlara gidip kondüsyon depoladım. Gerek Kartepe, gerek Çatalca-Durusu gerekse de Gelibolu parkurlarında Adnan Abi’nin de katılımı ile sıkı antremanlar yaptım ve ne eğimden ne de rüzgardan yılmayacak bir form durumu yakalamaya başladım. Hatta bir gün trainera çıktığımda 15 dakika çevirdikten sonra, gösterdiği bana göre yüksek olması gereken watt değerinin karşılığında hissetmem gereken zorlanma derececesinin çok altında bir rahatlıkla çevirince arıza var mı diye inip cihazı kontrol etme ihtiyacı hissettim. Uzun lafın kısası bu süreçte en uzun 15 km koşarak (o da sadece 1 kere) ancak bol bol bisiklet antremanı yaparak yeni sezona girdim. Bu arada aklımda bir full ironman yarışı koşmak hala kesinlikle yoktu.
Antremanların yanısıra beslenmeme de oldukça dikkat etmeye devam ettim. Yılbaşına gelirken Frankfurta girmiş olduğum ağırlık olan 82,5’tan oldukça uzaklaşmıs ve 89 kilolara kadar gelmiştim. Tekrar LCHF’ten ketojenik diyete geçtim ve Sencer Hoca’nın öğütlediği gibi carb tüketimimi iyicene sıfırladım. Bir yandan da intermittent fasting uygulamaya başladım. Dönüşümlü olarak 16:8 ve 22:2 uygulayıp kimi gün tek öğün kimi gün ise çift öğün ile açlık sürelerimi uzattım. Antremanlarımı genelde oruçlu iken yapmaya çalıştım ve dolayısı ile vücudumu iyicene yağ kullanmaya alıştırdım. Geçtiğimiz sene Frankfurt’u hiç jel almadan bitirmiş ve hiç enerjisiz kalmamış olmanın rahatlığını bu seneki yarışlarımda da yaşamayı istiyordum. Nitekim de öyle oldu, ama detayları yarış beslenmesini anlatırken vereceğim. Özetlersek, yarış tarihi geldiğinde iyicene fat adapted olmuş ve yetişkin hayatımda ilk defa 80,4 kilograma kadar düşmüştüm.
Yarışa kayıt olma sürecine dönersek, 2019’da son iki senedir katıldığım ve çok sevdiğim Kıbrıs Nisan Şakası 70.3’e yoğunluktan dolayı maalesef katılamadım. Haziran ayı geldiğinde sakatlığıma ragmen Gelibolu’yu da kaçırmamak için yarışa girdim. Kuvvetli bir yüzme ve bisiklet etaplarından sonra ayağımı riske atmamak için koşuya katılmadım ve ilk defa bir yarışı yarım bıraktım.
Bu arada bizim ekipten Adnan Abi Estonya’nın başkenti Tallinn’de ikinci kez koşulacak olan 140.6’ya kaydını yaptırmıştı ve yanına kader kurbanları arıyordu. Koçum Özgür de 2018’de bu yarışa katılmış, çok iyi bir derece yapmış ve 2019’da da gene gitmeyi düşündüğünü benimle paylaşmıştı. Neden gelip relay yapmıyorsun dedi bir gün Özgür. Hem bizi yalnız bırakmazsın hem de yarış ortamından kopmamış olursun diye kanıma girdi. Biraz düşündükten sonra tamam dedim, yüzer binerim ama koşuyu pas geçerim. Ailecek güzel bir şehir görürüz diye düşünerek yarışa katılmaya karar vermiş bulundum ve 10 Haziran’da yani 3 Ağustos’taki yarıştan sadece 7 hafta önce Ironman Estonya’ya kaydımı yaptırdım. Tabii kayıttan hemen önce Bayram tatilinde Avusturya ve Almanya dağlarında bol bol bisiklete binmiş ve tırmanış yapmış olmanın vermis olduğu özgüveni de bir kenara not etmek lazım. Daha önce Ironman yarışmış okuyucuların iyi bildiği gibi normalde böyle bir yarışa en az 6 ay önceden niyet edilir ve antremanlar ona göre şekillendirilir. Adnan Abi’yi yalnız bırakmayayım diye bir delilik anında kaydımı yaptım ve geri dönememek için tüm arkadaş gruplarıma kayıt görüntümü gönderdim. Artık iş ciddiye binmişti ve tempoyu arttırıp ciddi ciddi hazırlanmak gerekiyordu.
Yarım iş yapmama huyumdan dolayı, kayıttan yaklaşık 1 hafta sonra, Özgür ile konuşup yüzüp binmişken bir de koşsam bitirebilir miyim diye değerlendirdik. Sağolsun bana çok cesaret verdi ve diğer disiplinlerde edindiğim kondüsyonun koşuda beni taşıyacağını ve hiç uzun koşu antremanı yapmasam da maratonu bitirebileceğimden emin olduğunu söyledi. Eh, ben Hoca sözü dinlerim; tabii ki işin bütününe soyundum.
Kalan kısıtlı zamanda bisiklet mesafelerini uzattık ve bir kaç tane 6-7 saatlik antreman serpiştirdik (bunları carb takviyesi almadan yaptık), beslenme konusuna biraz daha dikkat ettik ve kilo düştük, yumuşak yüzeyde bir iki koşu antremanı yaptık ve göz açıp kapayıncaya kadar yarış tarihine geliverdik. Bu arada benimle aynı gaza gelen YBK’nın altın kızlarından Didem ve iki Burcu da relay yapmaya karar verince ekip iyicene tamamlandı ve şenlendi!
Estonya’ya Gidiş ve Yarış Öncesi
Bu yarış cumartesi koşulduğundan ve race briefing Perşembe günü olduğundan seyahatimi Perşembe sabahına aldım. Yolda giderken benim de diğer arkadaşlarımın da en çok endişe ettiği husus su sıcaklığı idi. Yüzme etabı Baltık Denizinde yer alacağından ve su sıcaklığı rüzgar kuzeyden esip buzlu suyu limana taşıdığında 4 dereceye kadar düşebildiğinden alabildiğine endişeliydik. Yarış gününden 1 hafta kadar öncesinden itibaren hepimiz her gün su sıcaklğını kontrol edip ısının 19 dereceden bir kaç gün içinde 13 dereceye kadar indiğini gözlemlemiştik. O nedenle yarış sabahı uçaktan inip yarış yönetiminin emailini görünce hepimiz bir anda rahatladık; yüzme bacağı su sıcaklığı 11 derecenin bile altına indiği için bisiklet parkuru üzerinde bulunan bir göle, Lake Harku’ya alınmıştı. Soğukta nasıl yüzeceğiz endişesi artık ortadan kalkmıştı.
10 dakikalık kısa bir taksi seyahatinden sonra tam finish noktası ve ironman village’ın bulunduğu Freedom Square karşısında bulunan otelimiz Tallinn Palace’a vardık. Otele yerleşip küçük bir şehir turu ve güzel bir öğle yemeğinden sonra odama dönüp bisikletimi toparladım ve yarış briefingine katılmak için yola çıktım. Her ne kadar nispeten dar katılımlı (yaklaşık 900 katılımcı) ve genç bir yarış olsa da sanırım yarışmacıların büyük bölümü parkur değişikliğinden dolayı toplantıya katılmaya karar vermişti. Till Schenke son derece espirili ve eğlenceli bir şekilde kuralları ve parkuru anlattı. Yarış organizatörlerini 24 saat içinde yüzme parkurunu ve değişim noktasını denizden göle taşımaları ve gerekli izinleri alabilmelerinden dolayı bol bol alkışladık. Bu kadar yol teptikten sonra yüzme bacağı iptal olsaydı üzülürdüm doğrusu. Akşam otelde bir akşam yemeğinden sonra doğruca yatışa geçtim.
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, Tallinn harika korunmuş eski bir şehir ve Unesco World Heritage Site. Surların içinde orjinal mimarisi ve havası korunmuş muhteşem bir liman şehri; kesinlikle görülmeye değer. Bu sebeple Cuma sabahına ailecek bir Segway turu organize ettik ve bir rehber eşliğinde bütün tarihi şehri 1 saatte ziyaret ettik. Tabii sabah tura çıkmadan önce kırmızı, mavi ve beyaz çantalarımı toparladım. Havanın yağışlı olabilme ihtimaline karşı her torbaya yağmurluk, yedek koşu ve bisi kıyafetleri, çorap ve iç çamaşırı bıraktım. Ayrıca special needs çantalarına ağrı kesici ve tereyağlı ekmeklerimi de hazırlayıp yerleştirdim. Bisiklet torbasına 6 tane SIS şekersiz jel ve 5 tüp ev yapımı fistik ezmesi, koşu torbasına da gene 6 tane SIS jel (kafeinli) yerleştirdim.
Öğlene doğru tüm ekip buluştuk ve T1’in bulunduğu göle doğru harekete geçtik. Maksat hem bike check yapmak hem de gölde bir tur swim check yaptıktan sonra poşetlerimizi bırakmak idi. 10 km’lik kısa bir seyahatten sonra hedefe vardık. Poşetleri yerleştirdik ve göl kıyısında biraz oturup dubalara bakarak parkuru çözmeye çalıştık. Dediğim gibi niyet bir tur yüzmekti ama baktık saat geç olmuş ve karnımız aç, dönmeye karar verdik. Biraz otobüs bekledikten sonra hep beraber sıkış tıkış otobüse bindik ve şehir merkezine yollandık. Freedom Square’e varır varmaz güzel bir Italyan restaurantı bulup pizzalara yumulduk. İtiraf edeyim pizzanın üzerine muhteşem bir tiramisu bile gömdüm; uzun bir keto döneminden sonra özlemişim:) Yakındaki bir super marketten kahvaltılık alışverişinden sonra otele gidip dinlenmeye geçtim.
Yarış Günü
Ertesi sabah 4’e kurduğum saatim daha çalmadan 3:30 sularından uyandım. Hemen bol yağlı kahvemi içtim ve bağırsaklarım çabucak çalışsın diye bir dilim ekmek, cheddar peyniri, fistik ezmesi, 3 yumurta’dan oluşan kahvaltımı yaptım. Strateji bu sefer şeker içermeyen carb’larla beslenmek ve Train Low, Race High taktiğini izlemekti.
Tuvalet ihtiyaçlarımı giderip, trisutimin üzerine wetsuitimi yarı belime kadar geçirip, saat 5’te kalkan otobüse atladım yarış alanına doğru yola çıktım. Bu arada odadan çıkmadan önce eşime artık aramızda adet olduğu üzere o gün saat kaçta parkurun neresinde olacağımı ve yarışın her bacağı için hedeflerimi çirkin el yazımla yazıp bıraktım. Yazdıklarım/hedeflerim şu şekilde idi:
Başlangıç: 06:40
Yüzme: 1:12:00-1:16:00
T1: 6 dakika
Bisiklet: 5:43:00
T2: 4 dakika
Koşu: 4:45
Toplam Hedef: 11:50:00-11:55:00 ve saat 18:40’tan önce finish görüp sub12 saat yapmak!
Yarış alanına gelince hemen bisikletimin lastiklerini şişirdim (bir gece önce indirmiştim), jellerimi bantladım, mataralarımı doldurup yerleştirdim, biraz sıra bekleyip bir kez daha tuvalete girdim (bu sefer tuvalet kağıdımı ve ıslak mendilimi bile almayı unutmamıştım; yaşasın check list), torbalarımı tekrar gözden geçirdim ve starta doğru hareketlendim. Tabii bu arada tüm takım arkadaşlarımı gördüm ve birbirimize başarılar dileyip heyecanımızı, stresimizi gülüşerek üzerimizden atmaya çalıştık.
Başlangıç halısı bence Ironman deneyiminin en muhteşem ve unutulmaz anlarından biri. Yüzlerce, hatta Frankfurt gibi büyük yarışlarda binlerce, atletin oluşturduğu gergin kalabalığın içinde yapayalnız bir şekilde seni bekleyen dev bir meydan okuma ile karşı karşıyasın. İnsanın kendisi ile başbaşa kaldığı, her türlü beklenti, korku, endişe ve umudun insanın yüreğinden geçtiği ve aylar boyunca verilen tüm emeğin, dökülen terlerin ve acı tatlı binbir deneyimin hatırlandığı bir 15 dakika…
Eşim ve çocuklarım da bu arada starta gelmiş ve o kalabalıkta beni bulmayı becermişlerdi. Zorlu gün başlamadan hemen önce onların yüzünü bir kez daha görmek ve Hadi Baba diyen seslerini duymak benim için muhteşem bir motivasyon kaynağı idi. Artık bitirmemek düşünülemezdi bile!
1:00:00-1:15:00 aralığına girip rolling startta sıramın gelmesini bekledim. Elitler start aldıktan tam 12 dakika sonra sıra bana geldi ve 6:42’de start aldım. Yüzmeye hızlı başladım, ancak ilk duba sağ omuzda kalacağı için sola alışık olmama ragmen sağdan nefes alarak yüzmeye başladım. Sabah serinliğinde üşümemek için ısınma amaçlı suya girmemiştim. Tabii suyun soğukluğu ve başlangıcın hızlı temposu, ters taraftan nefes alma çabamla birleşince bir anda kesiliverdim. Benim için şaşırtıcı bir deneyimdi çünkü yüzme normalde en rahat ettiğim bacağıdır triatlonun ve açık su yarışlarını çok severim. Nefesimi toparlayamayınca hemen kurbağaya döndüm ve dubayı görerek yüzmeye başladım. İlk dubayı geçip iyicene kendime gelinceye kadar, yaklaşık 500 m böyle devam ettim. Tabii bu arada bir sürü insan yanımdan geçip gitti. Ancak günün uzun olduğunu ve bunun sadece ısınma olduğunu tekrar ederek zihnimi ve nefesimi yatıştırmaya gayret ettim. Bir süre sonra ritmimi buldum ve Harku gölünün bulanık sularında akmaya başladım. Görüş sıfırın altında olduğu için pek draft yapmak imkanı bulamadım ama mümkün olduğu kadar etrafımdakilerden akıntısından faydalanarak yol almaya çalıştım. Beklentiler uzuun bir güne göre ayarlandığı için yüzme göz açıp kapayıncaya kadar bitivermiş gibi geldi bana. Karaya ayak basıp saatimin tuşuna dokunduğumda 1:15:45’i görmüştüm.
Sudan koşar adım çıkıp T1 çadırlarına yollandım. Hemen torbamı alıp, wetsuitimi çıkardım ve ayaklarımı yıkayıp çoraplarımı ve ayakkabılarımı giydim. Sırtıma bisiye sığmayan gıdalarımı, yedek lastiğimi, pompamı ve garminimi alıp bisikletime koştum. T1’den çıktığımda toplamda hedeflediğim gibi 6 dakika harcadığımı gördüm.
Bisiklet parkuru şehir merkezinden bir 10-15 km daha uzaklaştıktan sonra 85 km’lik iki loop’tan oluşuyordu ve biraz Baltık kıyısında biraz da Estonyanın güzel ormanları ve tarım alanları arasından geçiyordu. 100’e yakın gönüllünün sayesinde trafiğe tamamen kapatılmış olan parkur son derece hızlı geçti. Bu arada Edge’im saçmaladığı için bir türlü uyduları bulamadı ve ne sürat ne de süre göstergem çalışmadı. Allahtan powermetrem ve HR monitörüm çalışıyordu ve aslında bakmam gereken gerçek göstergeler onlardı; diğerleri sadece bu metriklerin dolaylı sonucuydu. İlk 80 km nabız bir türlü 165’lerin altına inmedi ama gerek rüzgar gerekse sudan yeni çıkmış olmaktan dolayı pek telaş etmedim; iyi hissediyordum. Power’ı 175-180 watt civarında tutarak çevirmeye devam ettim. Sürüş sırasında her saat 1 tüp fistik ezmesi ve 1 SIS jel yutarak yol aldım. Tüm sürüş sırasında 3 kez tuz tableti aldım ve hemen her aid station’da su alıp aerobar matarama doldurarak devam ettim. Bu yarışta ağırlık yapmasın diye sele arkası mataralarımı çıkarmıştım ve sadece aerobar matarası ile yarıştım. İlerleyen kilometrelerde ise nabız iyicene kontrol altına girdi. Bir ara 145’lere indiğini görünce kendime sağlam bir fırça kayıp haydi sallanma, Üvezli’de haftasonu keyfi yapmıyorsun asıl pedallara diye ayar bile verdim. Biraz tempo yapıp 150 bpm’in altına düşmemeye çalıştım.
Yolda yer yer kuvvetli rüzgar vardı, ancak her şeye rağmen son derece rahat bir şekilde çevirdim ve bacakları tüketmeden iki turu bitirip şehire doğru yollandım. Sürüşte en çok keyif aldığım nokta tırmanışlarda bile aerobardan kalkmadan ve kadans düşürmeden insanları geçebilmemdi. Geçmiş yarışlarda bu pozisyonlarda genelde geçilen ben olurdum. Demek ki antremanlar işe yaramış dedim kendi kendime. Rüzgarın bir diğer etkisi ise pek terlememem oldu; hatta üşüdüm bile. Islak trisuitle serin havada bol rüzgarı yiyince böbreklerimin titrediğini hissettim açıkçası. Geçtiğimiz aylarda bol tırmanış, sıkı rüzgarlı parkurlarda sürüş ve trainerda adamı inleten kuvvet antremanları yapmış olmamın semeresini matematik sınavında sorular kazara çalıştığı yerden gelmiş şanslı öğrenci edası ile bisiklet etabını bitirerek toplamış oldum.
Yarışın bisiklet bacağı 180 km, 4 x 60 gr fıstık ezmesi ve 6 tüp SIS jel sonrasında bitmiş ve T2’nin bulunduğu Seaplane Harbour’a 5:32:38 ile girmiştim. 180 km boyunca 32.11 km/saat ortalama sürat tutturmuş ve hedeflediğimden yaklaşık 11 dakika önce bu kısmı tamamlamıştım. Açıkçası limana gelirken sürekli hesap yapıyor ve 12 saat altı gelebilmek için minimum kaç pace koşmam gerektiğini beyine giden kısıtlı oksijeni kullanarak çıkarmaya çalışıyordum. Kabaca 7 saatte ilk iki bacak tamamlandığına göre kalan kısmı da 5 saatte rahat rahat hallederim diye maraton korkusunu bastırmaya çalışarak değişim noktasına geldim.
Bacaklarımı son derece zinde ve iyi hissediyordum ve sakin sakin bir koşu beni bekliyor diye düşünürken bisikletten inme çizgisi karşıma geldi. Durup pedaldan aşağı adımımı attığımda ise bir süpriz ile karşılaştım. Bir elim bisikletimde hızlı hızlı ilerlemeye çalışırken hala aero pozisyonda iki büklüm vaziyetteydim ve doğrulup dikilemiyordum. Böbreklerimin bulunduğu hizada iki yanıma da korkunç bir ağrı giriyordu ve derin nefes almakta güçlük çekiyordum. Frankfurt’tan farklı olarak Tallinn’de bike catcher’lar vardı ve hemen atılıp bisikletleri yarışmacıların elinden alıyorlardı. Bisikletimi bir gönüllüye teslim edip her adımda inleye inleye değişim çadırına doğru ilerlemeye çalıştım. Torbamı alıp çadıra girip zor zar iki büklüm vaziyette bir banka oturduğumda, her nefes alışımda yüksek sesle inlediğimden, o an çadırda bulunan tüm yarışmacıların bana baktığını farkettim. Bir yandan herhalde buraya kadarmış diye düşünürken bir yandan da ayakkabılarımı giymeye çalışıyordum. Hadi biraz yürüyeyim, belki açılırım diyip gene inleyerek ayağa kalktım ve belini doğrultamayan 90’lık dede pozisyonundan binbir zorlukla göğüsü önde dimdik duran triatlet konumuna aldım vücudu ve çadırdan koşarak çıkmak için kendimi şartladım. Her adım attığımda canım korkunç yanıyordu ama gittikçe açıldığımı ve acının azaldığını hissettim. Sanırım bir kas spazmıydı diyip şimdi açılacak diye kendimi cesaretlendirdim ve koşmaya devam ettim. Bu kadar acıya rağmen, T2 planladığım gibi 4 dakikada tamamlanmıştı.
Özgür Hoca yarış taktiğini verirken koşunun benim için en kritik bacak olduğunu biliyordu ve antreman eksikliğimin farkındaydı. 7 pace ile jog atarak başla ve ilk 5 km kesinlilkle tempoyu yükseltme; nabız oturduktan sonra yavaş yavaş arttırırsın demişti. Bir kaç yüz metre koştuktan sonra bir baktım bacaklar gidiyor ve 5:50 ile ilerliyorum. Hemen el frenini çekip jog moduna geçtim ama gene de iyi hissettiğim için 6:30’lardan daha fazla yavaşlamadım. Nabız da serin havanın katkısı ile pek yükselmeyince ve beldeki spazm çözülünce, bana keyifli bir şekilde koşuya devam etmek kaldı. Koşarken sürekli olarak sistemleri kontrol ediyordum; nabız ve kardiyovasküler sistem – tamam, iskelet/kas sistemi – tamam, enerji/sıvı durumu – tamam, kafa ve psikolojik durum – kafa gidik ama hep böyle olduğu için tamamdır şeklinde 4,5 turun birincisine başladım. İlk turun 4 veya 5inci kilometresinde Özgür Hoca ile karşılaştık. O da karşıdan son sürat ceylan gibi koşarak geliyordu ama beni görünce bir an yavaşlayıp hayret dolu bir selam çaktı ve süpersin, sub-12 geliyor diye verdi gazı. Sonradan konuşurken gerçekten de beni karşısında görünce şaşırdığını ve bisikletten bu kadar çabuk gelmemi beklemediğini itiraf etti. Neyse, ben bu gazı da alınca rüya gibi 2 tur koştum ve neredeyse 20 km’yi geçtim.
Bu arada, ileride bu yarışı düşünenlere yardımcı olmak amacı ile biraz da koşu parkurundan bahsedeyim. Bir önceki seneden farklı olarak parkurdaki elevasyon oldukça ılımlı hale getirilmiş ve sert tırmanışların bir kısmı parkurdan çıkartılmıştı. Yaklaşık 300 metre elevasyon aldık tüm yarış boyunca ve bu 42 km’de pek üzmedi. Ayrıca tırmanışlı 2 bölümde öyle güzel seyirci desteği vardı ki yürümek istesem de yürüyemiyordum kendime yakıştırıp… Tallinn yarışının en güzel tarafı koşunun bir kısmının eski şehirin kalbinden geçmesi ve etrafa her zaman binlerce insan olmasıydı benim açımdan. Sürekli go go go diye bağıran binbir çeşit insanın gazı ile ilerlemek çok keyifliydi.
İkinci turdan sonra sistemler yavaş yavaş arıza vermeye ve motor su kaynatmaya başlamıştı. Nabız, kafa, enerji/sıvı durumu hala kontrol altındaydı ancak yan bağlar parke taşlı iniş ve çıkışlarda artık zorlanmaya başlamıştı ve alarm veriyordu. Eminim benim gibi amatör Ironman’lerin tümü yarışları esnasında inişler çıkışlar yaşıyorlardır. İşte bu durumda verdiğiniz tepki sizin Ironman titrini almayı hakkedip etmediğinizi belirliyor sanırım. Geçmişte uzun antremanlar yapmış olmanın verdiği özgüven, finishte beni beklediğini bildiğim eşim, çocuklarım, arkadaşlarım ve Hocam ve hepsinden önemlisi geçtiğimiz 9,5 saat boyunca verdiğim emek, beni hissettiğim zorlukları kenara koyup mücadeleye devam etmek konusunda kamçıladı. Herkesin motivasyon kaynakları farklı oluyor. Bu zorlu mesafeyi bitirebilmenin sırlarından bir tanesi de aylar boyu süren antreman döneminde bu motivasyon kaynaklarını biriktirip, form durumunun yanına asmaktan geçiyor sanırım. Tabii parkurda karşılaştığım Adnan Abi, Burcu Sönmez ve parkurun kenarındaki pizzacıda utanmadan yemekleri gömerken oturdukları yerden Haydi Burak diye bağıran Didem ve Burcu Sert’in verdikleri desteği de unutmamak lazımJ
Neyse, kafamın içinde finishte beni bekleyen “Burak, you are an Ironman” anonsunu tekrar tekrar canlandırarak koşmaya devam ettim. Artık aid station’larda yürüyor, karnımı doyuruyor, suyumu içiyor ve istasyon bitiminde acele etmeden koşmaya devam ediyordum. Sub12 derecesinin geldiğini gördüğüm için yeni bir sakatlığı riske etmeden yumuşak yumuşak kalan turları da bitirdim ve kırmızı halıya yaklaştım. Tallinn’deki finish atmosferi Frankfurt kadar gösterişli olmasa da son derece samimi ve coşkuluydu. Tabii Till’in espirili sunumu da olaya ayrı bir renk katıyordu. Frankfurt’ta Burak you are an Ironman anonsunu yapmamıştı; bu nedenle yarıştan önce özellikle ismimi ve Ironman titrini aynı cümlede kullanıp meşhur anonsunu yapmasını rica etmiştim. Eğer kırmızı halıya geldiğimde yarış bilekliğimi işaret edersem anonsu yapmayı unutmayacağına söz vermişti.
Till’i karşıdan görür görmez bilekliğin olduğu elimi gökyüzüne kaldırdım ve diğer elimle bilekliğimi işaret ettim. Till kırmızı halının başında duruyordu ve finish takı halının sonundaydı. Keyifli ve enerji dolu bir koşu ile Till’in yanından geçmemden hemen sonra arkamdan “Burak, Burak!” diye mikrofona bağırdı. Bir yandan halı üzerinde ilerlemeye devam ederken bir yandan da yüzümü ona döndüm ve saatlerdir yarışan ve maraton koşan ben değilmişim gibi geri geri koşarken kollarımı iyi yana açıp soru soran bir ifade ile kendisine baktım. Ve Till o anda 2 senedir beklediğim anonsu yaptı “Burak, You are an Ironman!”. Mutlulukla havaya (kendime göre) afili bir yumruk attım ve yüzümde tatmin olmuş bir gülümseme ile finish takının altından geçtim.
Özgür beni hemen finishte bekliyordu ve sağolsun ilk tebrik ondan geldi. Gene beni oracıkta bekleyen ve son 12 saattir neredeyse benimle beraber yarışan eşim ve çocuklarımla kucaklaştığımda saatim 11:50:12 derecesiyle yarışı tamamladığımı gösteriyordu. Başarmıştım ve hedefimi tam 10 dakikalık bir farkla geçmiş ve ikinci kez Ironman olmuştum!!!